حم (1) Hâ, Mîm |
وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ (2) Apaçık olan Kitaba andolsun |
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (3) Gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur´an kıldık |
وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ (4) Hiç şüphesiz o, bizim katımızda olan Ana Kitap´tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur |
أَفَنَضْرِبُ عَنكُمُ الذِّكْرَ صَفْحًا أَن كُنتُمْ قَوْمًا مُّسْرِفِينَ (5) Siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve hatırlatma dolu Kur´an´ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım |
وَكَمْ أَرْسَلْنَا مِن نَّبِيٍّ فِي الْأَوَّلِينَ (6) Oysa biz, önceki (cemiyet)ler içinde nice peygamber(ler) gönderdik |
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن نَّبِيٍّ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (7) Onlara bir peygamber gelmeyiversin, mutlaka onunla alay ederlerdi |
فَأَهْلَكْنَا أَشَدَّ مِنْهُم بَطْشًا وَمَضَىٰ مَثَلُ الْأَوَّلِينَ (8) Biz de, kuvvet bakımından onlardan daha üstün olan (toplum)ları yıkıma uğrattık. Öncekilerin örneği geçti |
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ (9) Andolsun, onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye soracak olsan, tartışmasız: «Onları üstün ve güçlü (aziz) olan, bilen (Allah) yarattı» diyecekler |
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (10) Ki O, yeri sizin için bir beşik kıldı ve onda size (birtakım) yollar var etti, böylece doğru yolu bulasınız |
وَالَّذِي نَزَّلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَأَنشَرْنَا بِهِ بَلْدَةً مَّيْتًا ۚ كَذَٰلِكَ تُخْرَجُونَ (11) Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi ´dirilttik (ve her yanına yeniden hayat) yaydık´; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız |
وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُم مِّنَ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ (12) Ki O, bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri de var etti |
لِتَسْتَوُوا عَلَىٰ ظُهُورِهِ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ (13) Onların sırtlarına binip doğrulmanız, sonra onlara binip doğrulduğunuz zaman da, Rabbinizin nimetini zikretmeniz ve: «Bunlara bizim için boyun eğdiren (Allah) ne yücedir, yoksa biz bunu (kendi hizmetimize) yanaştıramazdık» demeniz için |
وَإِنَّا إِلَىٰ رَبِّنَا لَمُنقَلِبُونَ (14) Ve biz elbette, Rabbimize çevrilip döneceğiz |
وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا ۚ إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ مُّبِينٌ (15) (Buna rağmen) Kendi kullarından O´na bir parça kılıp yakıştırdılar. Doğrusu insan, açıkça bir nankördür |
أَمِ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَأَصْفَاكُم بِالْبَنِينَ (16) Yoksa O, yarattıklarından kızları (kendine) edindi ve erkekleri size mi ayırıp bıraktı |
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُم بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَٰنِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ (17) Oysa onlardan biri, O Rahman (olan Allah) için verdiği örnek ile (kız çocuğunun doğumuyla) müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunuyor |
أَوَمَن يُنَشَّأُ فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُبِينٍ (18) Onlar, süs içinde büyütülüp de mücadelede açık olmayan (kızlar)ı mı (Allah´a yakıştırıyorlar) |
وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَٰنِ إِنَاثًا ۚ أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ ۚ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْأَلُونَ (19) Onlar, ki kendileri Rahmanın kulları olan melekleri dişiler kıldılar. Kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular? Onların şahitlikleri yazılacak ve (bundan dolayı) sorumlu tutulacaklar |
وَقَالُوا لَوْ شَاءَ الرَّحْمَٰنُ مَا عَبَدْنَاهُم ۗ مَّا لَهُم بِذَٰلِكَ مِنْ عِلْمٍ ۖ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (20) Dediler ki: «Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz onlara ibadet etmezdik.» Onların bundan yana hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca ´zan ve tahminle yalan söylemektedirler.´ |
أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِّن قَبْلِهِ فَهُم بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ (21) Yoksa biz, bundan önce kendilerine bir Kitap verdik de şimdi ona mı tutunuyorlar |
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَىٰ أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَىٰ آثَارِهِم مُّهْتَدُونَ (22) Hayır; dediler ki: «Gerçek şu ki biz, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri (eserleri) üstünde doğru olana (hidayete) yönelmiş (kimse)leriz.» |
وَكَذَٰلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَىٰ أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَىٰ آثَارِهِم مُّقْتَدُونَ (23) İşte böyle; senden önce de (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun ´refah içinde şımarıp azan önde gelenleri´ (şöyle) demişlerdir: «Gerçek şu ki, biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuşlarız.» |
۞ قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُم بِأَهْدَىٰ مِمَّا وَجَدتُّمْ عَلَيْهِ آبَاءَكُمْ ۖ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ (24) (O peygamberlerden her biri de şöyle) Demiştir: «Ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsamda mı?» Onlar da demişlerdir ki: «Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız.» |
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ ۖ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (25) Böylece biz de onlardan intikam aldık. Öyleyse, sen bir bakıver; yalan sayanların sonu nasıl oldu |
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِّمَّا تَعْبُدُونَ (26) Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: «Hiç tartışmasız ben, sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım.» |
إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ (27) «(Ancak) Beni yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip iletecektir.» |
وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (28) Ve bunu (bu tevhid inancını) onun ardında (kendi soyunda) kalıcı bir kelime olarak kılıp bıraktı ki belki (Allah´a) dönerler diye |
بَلْ مَتَّعْتُ هَٰؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ حَتَّىٰ جَاءَهُمُ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُّبِينٌ (29) Hayır; Ben onları ve atalarını, kendilerine hak ve açıklayan bir peygamber gelinceye kadar metalandırıp yaşattım |
وَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ قَالُوا هَٰذَا سِحْرٌ وَإِنَّا بِهِ كَافِرُونَ (30) Ancak kendilerine hak gelince, dediler ki: «Bu bir büyüdür, doğrusu biz ona (karşı) kâfir olanlarız.» |
وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَٰذَا الْقُرْآنُ عَلَىٰ رَجُلٍ مِّنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ (31) Ve dediler ki: «Bu Kur´an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?» |
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ ۚ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚ وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِّيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا ۗ وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ (32) Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü ´teshîr´ etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik. Senin Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığmakta olduklarından daha hayırlıdır |
وَلَوْلَا أَن يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَّجَعَلْنَا لِمَن يَكْفُرُ بِالرَّحْمَٰنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِّن فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ (33) Eğer insanlar (Allah´a karşı isyanda birleşip) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahmana (Allah´a karşı) küfredenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde çıkıp yükselecekleri merdivenler yapardık |
وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ (34) Evlerine kapılar ve üzerinde yaslanıp dayanacakları koltuklar |
وَزُخْرُفًا ۚ وَإِن كُلُّ ذَٰلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚ وَالْآخِرَةُ عِندَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ (35) Ve (daha nice) çekici süsler (de verirdik). Bütün bunlar, yalnızca dünya hayatının metaıdır. Ahiret ise, senin Rabbinin katında muttakiler içindir |
وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ (36) Kim Rahman (olan Allah)´ın zikrini görmezlikten gelirse, biz, bir şeytana onun ´üzerini kabukla bağlattırırız´; artık bu, onun bir yakın dostudur |
وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ (37) Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanıp sayarlar |
حَتَّىٰ إِذَا جَاءَنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ (38) Sonunda bize geldiği zaman, der ki: «Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın dost(muşsun sen).» |
وَلَن يَنفَعَكُمُ الْيَوْمَ إِذ ظَّلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ (39) (Bu söylenmeleriniz,) Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü siz zulmettiniz. Şüphesiz siz azabta da ortaksınız |
أَفَأَنتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ أَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَن كَانَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ (40) Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin |
فَإِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَإِنَّا مِنْهُم مُّنتَقِمُونَ (41) Şu halde biz seni alıp götürürsek, elbette onlardan intikam alacağız |
أَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذِي وَعَدْنَاهُمْ فَإِنَّا عَلَيْهِم مُّقْتَدِرُونَ (42) Ya da kendilerine va´dettiğimiz şeyi onlara gösteririz ki, biz gerçekten onların üstünde güç yetirenleriz |
فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ ۖ إِنَّكَ عَلَىٰ صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ (43) Şu halde sen, sana vahyedilene sımsıkı tutun; çünkü sen dosdoğru olan bir yol üzerindesin |
وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَّكَ وَلِقَوْمِكَ ۖ وَسَوْفَ تُسْأَلُونَ (44) Ve hiç şüphesiz o (Kur´an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız |
وَاسْأَلْ مَنْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رُّسُلِنَا أَجَعَلْنَا مِن دُونِ الرَّحْمَٰنِ آلِهَةً يُعْبَدُونَ (45) Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimizden sor: Biz, Rahman (olan Allah)´ın dışında tapılacak birtakım ilahlar kıldık mı (hiç) |
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَىٰ بِآيَاتِنَا إِلَىٰ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَقَالَ إِنِّي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ (46) Andolsun, biz Musa´yı Firavun´a ve onun ´önde gelen çevresine´ ayetlerimizle gönderdik. O da, dedi ki: «Gerçekten ben, âlemlerin Rabbinin elçisiyim.» |
فَلَمَّا جَاءَهُم بِآيَاتِنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَضْحَكُونَ (47) Fakat onlara ayetlerimizle geldiği zaman, bir de ne görsün, onlar bunlara (alay edip) gülüyorlar |
وَمَا نُرِيهِم مِّنْ آيَةٍ إِلَّا هِيَ أَكْبَرُ مِنْ أُخْتِهَا ۖ وَأَخَذْنَاهُم بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (48) Biz onlara biri ötekinden daha büyük olmayan hiçbir ayet göstermedik. Belki dönerler diye, biz onları azabla yakalayıverdik |
وَقَالُوا يَا أَيُّهَ السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ إِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ (49) Ve onlar dediler ki: «Ey büyücü, sende olan ahdi (sana verdiği söz) adına bizim için Rabbine dua et; gerçekten biz hidayete gelmiş olacağız.» |
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِذَا هُمْ يَنكُثُونَ (50) Fakat onlardan azabı çekip giderince, bir de görürsün ki onlar andlarını bozuyorlar |
وَنَادَىٰ فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَا قَوْمِ أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَٰذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِن تَحْتِي ۖ أَفَلَا تُبْصِرُونَ (51) Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: «Ey Kavmim, Mısır´ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?» |
أَمْ أَنَا خَيْرٌ مِّنْ هَٰذَا الَّذِي هُوَ مَهِينٌ وَلَا يَكَادُ يُبِينُ (52) «Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir.» |
فَلَوْلَا أُلْقِيَ عَلَيْهِ أَسْوِرَةٌ مِّن ذَهَبٍ أَوْ جَاءَ مَعَهُ الْمَلَائِكَةُ مُقْتَرِنِينَ (53) «Bu durumda (eğer doğruysa), üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?» |
فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ (54) Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi |
فَلَمَّا آسَفُونَا انتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ (55) Sonunda bizi öfkelendirince, biz de onlardan intikam aldık, böylece onları toplu olarak suda boğduk |
فَجَعَلْنَاهُمْ سَلَفًا وَمَثَلًا لِّلْآخِرِينَ (56) Bu suretle onları, sonradan gelecekler için bir selef ve bir örnek kıldık |
۞ وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلًا إِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ (57) Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak verilince, hemencecik senin kavmin ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar |
وَقَالُوا أَآلِهَتُنَا خَيْرٌ أَمْ هُوَ ۚ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ إِلَّا جَدَلًا ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ (58) Dediler ki: «Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?» Onu yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek olarak) verdiler. Hayır, onlar ´tartışmacı ve düşman´ bir kavimdir |
إِنْ هُوَ إِلَّا عَبْدٌ أَنْعَمْنَا عَلَيْهِ وَجَعَلْنَاهُ مَثَلًا لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ (59) O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet verdik ve onu İsrailoğullarına bir örnek kıldık |
وَلَوْ نَشَاءُ لَجَعَلْنَا مِنكُم مَّلَائِكَةً فِي الْأَرْضِ يَخْلُفُونَ (60) Eğer biz dilemiş olsaydık; elbette sizden melekler kılardık; onlar da yeryüzünde (size) halef olurlardı |
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ ۚ هَٰذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ (61) Hiç şüphesiz o, kıyamet saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan (kıyametten) yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru olan yol budur |
وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُ ۖ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ (62) Şeytan sakın sizi (Allah´ın yolundan) alıkoymasın. Gerçekten o, sizin için açıkça bir düşmandır |
وَلَمَّا جَاءَ عِيسَىٰ بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُم بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُم بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ ۖ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (63) İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: «Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah´tan sakınıp korkun ve bana itaat edin.» |
إِنَّ اللَّهَ هُوَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ ۚ هَٰذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ (64) «Şüphesiz Allah, O, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O´na kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur.» |
فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِن بَيْنِهِمْ ۖ فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ أَلِيمٍ (65) Sonra, içlerinden birtakım fırkalar ihtilafa düştü. Artık, acıklı bir günün azabından vay o zulmetmiş olanlara |
هَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَن تَأْتِيَهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (66) Onlar, hiç şuurunda değilken kendilerine apansız geliverecek olan kıyamet saatinden başkasını mı gözlüyorlar |
الْأَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ (67) Muttakiler hariç olmak üzere, o gün, dostların kimi kimine düşmandır |
يَا عِبَادِ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَا أَنتُمْ تَحْزَنُونَ (68) «Ey kullarım, bugün sizin için bir korku yoktur ve siz hüzne kapılacak da değilsiniz.» |
الَّذِينَ آمَنُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا مُسْلِمِينَ (69) «Ki onlar, benim ayetlerime iman edenler ve müslüman olanlardır.» |
ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ (70) «Siz ve eşleriniz cennete girin; sevinç içinde ağırlanacaksınız.» |
يُطَافُ عَلَيْهِم بِصِحَافٍ مِّن ذَهَبٍ وَأَكْوَابٍ ۖ وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الْأَنفُسُ وَتَلَذُّ الْأَعْيُنُ ۖ وَأَنتُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (71) Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var. Ve siz orda ebedi kalacak olanlarsınız |
وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ (72) «İşte, yapmakta olduklarınız dolayısıyla sizin mirasçı kılındığınız cennet budur.» |
لَكُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ كَثِيرَةٌ مِّنْهَا تَأْكُلُونَ (73) «Orda sizin için birçok meyveler vardır; onlardan yiyeceksiniz.» |
إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَ (74) Şüphesiz suçlu günahkârlar, cehennem azabı içinde ebedi kalacak olanlardır |
لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ (75) Onlardan (azab) hafifletilmeyecek ve orada onlar umutlarını kaybetmiş kimselerdir |
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَٰكِن كَانُوا هُمُ الظَّالِمِينَ (76) Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir |
وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ ۖ قَالَ إِنَّكُم مَّاكِثُونَ (77) (Cehennem bekçisine:) «Ey Malik (bekçi), Rabbin bizim işimizi bitirsin!» diye haykırdılar. O: «Gerçek şu ki siz, (burada) kalacak olanlarsınız.» dedi |
لَقَدْ جِئْنَاكُم بِالْحَقِّ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ (78) «Andolsun, biz size hakkı getirdik, fakat sizin bir çoğunuz hakkı çirkin görüp tiksinenlerdiniz.» |
أَمْ أَبْرَمُوا أَمْرًا فَإِنَّا مُبْرِمُونَ (79) Yoksa onlar, işi sıkı mı tuttular? İşte şüphesiz biz de işi sıkı tutanlarız |
أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُم ۚ بَلَىٰ وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ (80) Yoksa onlar, gerçekten bizim sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (her şeyi) yazıyorlar |
قُلْ إِن كَانَ لِلرَّحْمَٰنِ وَلَدٌ فَأَنَا أَوَّلُ الْعَابِدِينَ (81) De ki: «Eğer Rahman (olan Allah)´ın çocuğu olsaydı, ona tapanların ilki ben olurdum.» |
سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ (82) Göklerin ve yerin Rabbi, Arş´ın Rabbi (olan Allah), onların nitelendirmekte olduklarından yücedir |
فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّىٰ يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ (83) Artık sen onları bırak; onlar vadedilen kendi günlerine kadar, dalsınlar ve oynaya dursunlar |
وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاءِ إِلَٰهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَٰهٌ ۚ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ (84) Göklerde ilah olan ve yerde ilah olan O´dur. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir |
وَتَبَارَكَ الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَعِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (85) Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan (Allah) ne yücedir. Kıyamet saatinin ilmi O´nun katındadır ve siz O´na döndürüleceksiniz |
وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَن شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (86) O´nun dışında tapmakta oldukları şefaatte bulunmağa malik değildirler; ancak kendileri bilerek hakka şahidlik edenler başka |
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ ۖ فَأَنَّىٰ يُؤْفَكُونَ (87) Andolsun, onlara: «Kendilerini kim yarattı?» diye soracak olsan, tartışmasız: «Allah» diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar |
وَقِيلِهِ يَا رَبِّ إِنَّ هَٰؤُلَاءِ قَوْمٌ لَّا يُؤْمِنُونَ (88) Onun: «Ya Rab» demesi hakkı için, şüphesiz onlar imana gelmez bir kavimdirler |
فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌ ۚ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (89) Şimdi sen, ´aldırış etmeksizin onlardan yüz çevir´ ve: «Selam» de. Artık onlar bileceklerdir |